ALTERNATİF HİKÂYELER

III.

Artık hayallerimin önündeki son engel de kalkmış, üniversiteden mezun olabilmiştim, diye geçirdi içinden Selim, büyük bir sevinçle İstanbul’a, memleketine dönerken; “Ailem benimle gurur duyabilir ve bende mahallemizdeki tek üniversite mezunu olarak boy gösterebilirim, evet, salına salına yürüyebilirim; okumuş, belli yüksek bir bilgi birikimine sahip entelektüel bir genç.” Bunları söylerken içi içine sığmıyor, dudaklarından yanaklarına doğru yayılan kocaman bir gülümsemeyle, ikide bir saatini kontrol edip evine, hayalini kurduğu bunca güzelliklere kavuşmaya kaç saat kaldığını hesaplamaya çalışıyor, tatlı; ama soğuk düşlerle gözlerini kapatıp açıyordu. Otobüs Esenler Otogarı’na vardığında muavin ’in soğuktan titreyen sesiyle: “Beyefendi Esenler Otogarı’na geldik, uyanınız lütfen!” diye seslendiğini ve onu eliyle rahatsız etmekten çekinenlere özgü bir utangaçlıkla dürttüğünü gördü. Coşkuyla kalktı yerinden muavine teşekkür edip hemen valizini aldı eline ve kendisini Esenyurt’a götürecek servisin gelmesini beklemeye başladı, soğuk, kurşuni gökyüzünün, kendisini, sabahın ilk ışıklarına teslime ettiği o dar vakitte, bekledi ve gitti.    “Şimdi bir mezun olarak yapmam gereken ilk şey iş hayatına atılmak ve bu kurtlar sofrasından tok bir karınla çıkabilmek,” dedi kendi kendine. Sonra da ilk söylediğini onaylarcasına ekledi: “Büyüklerimizin de dediği gibi askerlik asıl şimdi başlıyor.” Evine yaklaştıkça içinde, adına koyamadığı bu bilinmez ama kişiyi bedbahtlığa sürükleyen tereddütlerin oluşmasını hissetmeye başladı. Son zamanlarda (mezun olmaya yakın vakitlerde) sık sık olan bir şeydi bu; ama şimdi daha da büyümüştü. “Neyim ben?” diye düşünüyordu; “aşçı mıyım yoksa gastronom mu? Gastronom, bunu daha önce kullanmadığını düşündü şimdi de ve eve yaklaştıkça dört sene boyunca düşünmediği şeylerin bir bir sancısını duymaya başladığını gördü. “Evdekilere ne diyeceğim, iş başvurusunda nasıl tanıtacağım kendi mi? İş,” diye haykırdı bir anda “Evet bir iş lazımdı bana; ama ne yapmalıyım? Dört sene okudum, ama ne öğrendim? Teorik dersler, teorik dersler ve düzinelerce saçma sapan teorik dersler. Tam bitecek derken, kuruntulu bir akademisyenin kendi kitabından saçma sapan cümleler.” Durdu bir anda ve kaç akademisyenin kendi kitaplarını, öğrencilere ders diye(!) aldırtarak kazandığı paraları düşündü. “Haksızlık bu, lanet olsun!” diye bağırdı, bir kez daha.  “Pratikte hiçbir şey yok, yani hiçbir şey öğrenmedim ve daha dürüst bir yaklaşımla bakarsam olaya; hiçbir şey bilmiyorum demektir bu. Daha önce yüzleşmiştim bu gerçekle, ama şimdi, mezun olunca ağırlığını, daha derinden hissettim bunun.” Gerçeklerle yüzleşmenin şokunu yaşıyordu Selim…mezundu, ama bu daha çok kendisini koruyan kabuğunu terk etmiş ya da yarıda atmış bir kaplumbağanın savunmasızlığına benziyordu. Açık hedefti artık. Düşünceler tarafından vurulmanın taşkınlığını duyuyordu. Kendisi olduğu kadar ailesi de bir beklenti halindeydi ne de olsa mezundu artık. Daha önce zerre umursamadığı Türkiye Ekonomisini bilmenin vakti geldiğini hissetmişti.

Annesinin, gözyaşları ve sevinç çığlıklarıyla karşılandı Selim… annesine soran olursa üniversiteden değil de bir Cihan Harbinden dönmüştü evladı. Babası da özlemle sarıldı oğluna ve hep birlikte oturdular sofraya. Sağdan soldan konuştular, ama Selim’in içi içine sığmıyordu, beklediği, korkuyla beklediği ve kendisini, çepeçevre kuşatan bir şeyin varlığını hissediyordu. Ha geldi ha gelecek derken:  

“E evlat, artık mezun olduğuna göre, işin hazırdır şimdi senin de mi?  Koskoca Gastronomi mezunusun ne de olsa… ne yemekler biliyorsundur şimdi sen?” bunları söylerken babasının suratında içten ve samimi bir gülümseme vardı. Selim görmüştü bunu babası, gerçekten de oğluyla gurur duyuyor gibiydi. Bir an daldı Selim, -ne biliyorum ki, diye geçirdi içinden, ne öğrendim dört yıl boyunca, aldığım kitaplarında içi boş değil mi?” Bugün ikinci kez düşünmüştü bunu, canı sıkılmıştı şimdi daha fazla sıkışmıştı; ama babasının soru dolu suratını görüp hemen toparladı kendini ve kendisine bile güven vermeyen, o ürkek sesiyle: “ooo neler neler biliyorum babacığım, bu sektör ölümsüz, aç kalmaz bu sektör.” Annesi de kendisini onaylarcasına gülümsüyor, başını sallıyordu. Selim’ in canı sıkılıyordu. Üzerinde, kendini boğan bilinenin taarruzu vardı. Hiçbir şey bilmediğini yeni anlayıp ve şimdi ne yapması gerektiğini de kestiremediğinden, bunalıyordu. Memleketimizin, insanlarının, çoğunda olandan daha farklıydı bu bunalım; deprem olmuşta yıkılan binanın içinde düşmanlarının yaşadığını görmüş ve batmayışına kederlenmişti sanki. “Göreceğime ölseydim”, dedi ve kendini onaylama ihtiyacı duyup “şimdi ölmeliyim,” dedi. Durdu, duruşu uzun sürüyordu, durdukça küçülüyor, büzülüyordu. Ölemeyeceğini fark edince de “Sabah ola hayrola,” dedi ve evdekilerden müsaade alıp kendisi gibi mezun olmayıp cahil, sığ; ama evli, kendi işlerinin başında duran, evi olan fakat yaşamın yeni kaygılarını yıllar önce atlatan arkadaşlarıyla buluşmaya gitti.

Dostları Selim’i görünce anlaşmış gibi hep bir ağızdan bağırdılar: “oo mahallemizin gururu bee”

“Hatta ne gurur, adam adam”

“Ulan Selim, bu mahalleden bir tek sen adam çıktın ha, hepimiz kara cahiliz oğlum, tebrik ederim seni.”

Bu cümleler, hiç de tahmin ettiği gibi gurunu okşamıyor hatta canını sıkıyordu. Yapmacık bir samimiyetle gülümsedi dostlarına. Kafasında ise bilinmezliğin acısı vardı. Bilip bilmemekte de tereddütler içindeydi şimdi. Dahası geçen her zamanda, bir nebze daha kaybolduğunu duyumsuyordu. Dostlarının sesini duyuyor şimdi ve onların haklı kahkahalarını lakin beş kuruşsuz da gülemiyor insan.  Okumanın pişmanlığını kanlı canlı görüyor; arkadaşlarına bakınca daha da kahroluyor daha da kederleniyordu. “Siz de gülmeyin, siz de ağlayın benimle,” demek istiyordu. “Bildiklerimi de büyük bir açgözlülükle alıp üstüne üstlük bir de zarara sokan yaşanmış; ama değeri olmayan zaman ve zamanın ruhuma acıyla kattığı menfi arkadaşlıklar o da yetmez gibi zihnimde, geri dönüşü onmaz yaralar açan akademisyenler beliriyordu şimdi gözlerimin önünde.” Bir şeyler yapmalı, diye düşündü. Neyse ki uzun sürdüremeyecek kadar şanslıydı:

“E neler yaptın üniversitede anlat, senden dinleyelim.” Anlatacak pek bir şeyi yoktu; ama anlatmalıydı.

“Okudum. Adam olamadım. Söz dinledim. İş sahibi olamadım. Kendimi hayatta boğulmuş görüyorum şimdi. Oysa okumadan önce, birçok şeyi başaracağıma inanırdım ya şimdi,  süslü bir tabak çıkarabiliyorum sadece. Yarın iş bakmaya çıkacağım, bir tabakla tavlarım belki de iş veren ilkokul mezunlarını.”

“Oğlum, alem adamsın sen Selim, mevzu tabaksa bende çıkarabiliyorum onu.” Bu cümle üzerine hep birlikte gülmeye başladılar. Kimse olayın ciddiyetini kavrayamamış şen şakrak bir şekilde devam ediyorlardı. Selim’in içinden arkadaşlarına kızmak geliyordu oysa haklı olduklarını görmek sessizliğini korumaya itiyordu kendisini. Daha fazla üzerinde durmadılar bunun. Genel geçer şeylerden bahsettiler. Karılar kızlar, futbol, siyaset daha birçok aptalca muhabbet. Selim’in üniversite anları bir şekilde böylelikle yok olmuştu. Dağıldılar. Kimi eşinin yanına, kimi dükkanına dönündü. Selim ise yalnız, bir yolda son sigarasını da yağmur damlasına kaptırmanın ıstırabıyla paytak paytak gecekondusuna yürüyordu, beş kuruşsuz olarak. Neyse ki boştu sokaklar, onu görüp “ne okudun sen, işin var mı işin?” diye soracak bir tek kişi bile yoktu.

Sabahın ilk ışıklarıyla kalktı yataktan. Kahvaltı yapmadan çıktı evden. Bir şeylerden kısmalı ve diğer mezunlarının önüne geçmeliydi. Böylelikle “erken kalkan iş bulur” sözünü şiar edinmişti kendisine. Daha yeni yapmaya başlamıştı bunu.

Gördüğü ilk fabrikaya ümitli bir mezun olarak girdi. İçinde oluşmayan bu ümide karşı zihninde güç uyguluyor gerçekleşmesi için dua ediyordu. Boyalı, kokuş danışmana “iş başvurusu yapamaya geldim,” dedi ve boş odaya geçip kendisine verilen “maaş beklentiniz nedir, neden burası” gibi aptalca soruların olduğu cv’yi doldurmaya başladı. “İş lazım iş o yüzden buradayım,” demek geliyordu içinden ama öve öve bitiremedi çalışmak istediği yeri, işsiz kalmak korkusunun dehşetiyle ve tekrar ortalıkta dolanmanın üzerinde bırakacağı enkazın tedirginliğiyle. 

“Teşeg gürler, en kısa zamanda olumlu ya da olumsuz dönüş yapılacagtır,” dedi, konuşmasını bile bilemeyen danışman kadın. Oysa Selim' in zihninde dolaşan neyin gürlediğiydi ve teşekkürü ayırmayı nasıl başardığıydı. “Marifet burada mı acaba?” Çıktı fabrikadan. İstediği gibi olmamıştı bu. Ne istediğinden de emin değildi; ama yarın işe başlamanın düşüncesini hissediyordu. “Dolaşmak gerek,” dedi. Catering’e gitti iş başvurusu için.  “Yine aynı şeyler.” Midesindeki sancıyı tuta tuta girdi içeriye. Dışarıdaki bahçıvan, müdürün odasına kadar eşlik etti kendisine ve ayrıldı. “Yine aynı şeyler,” diye söylendi tekrardan, “yine aynı şeyler.” Önüne cv koyuldu ve doldurmaya başladı. Aç bir yılan nasıl avını bir lokmada yutuyorsa Selim de bir lokmada doldurdu önündeki kâğıdı ve müdüre uzattı. Müdür, gayet sakin; ama bir o kadar da cüretkâr bir tavırla inceledi önündeki kâğıdı. Ağlamaklı bir hali vardı müdürün, Selim’e garip gelmişti bu. Şimdi ise işi değil müdürün, kendisine dokunaklı gelen halini inceliyordu. Neden mutlu değil, diye düşündü. Tabii her gün kim bilir kaç dosyayla uğraşıyor böyle. Belli ki canı sıkılmış bu durumdan.

“Selim Bey, cv’nizi inceledim ama iş alımı için bir de patronun görmesi lazım, size bir hafta içinde haber vereceğiz.”

Elleri ceplerinde, karı ayağının altına alarak yürümeye başladı tekrardan. Havanın soğukluğu kendisine bir uyuşukluk getirmişti. Kafasında yeni bir düşünce şekilleniyordu artık. “Hiçbir şey bilmiyorum,” dedi. Biraz daha yürüdü hıncını yerdeki karlardan alıyordu. “Evet, hiçbir şey bilmiyorum. Yapacağım en akıllıca şey; işsiz kalan bütün erkeklerin dermanı, askere gitmek olmalı ya da sınava hazırlanıp polis olmalıyım. Belki de yapacak son bir şey vardır?” Telefonunu çıkardı cebinden ve mahallenin abisi, diye bildiği sevdiği dostunu aradı. İş konusunda kendisine yardımcı olabilirdi, o. Beş dakikalık konuşmadan sonra bir iş bulmuştu şimdi. “Bir okulda, yapacak ilk iş sabah erkenden oraya gitmek olmalı,” dedi. Ve sessizce eve doğru hareket etti.

Annesinin hazırladığı çorbadan içti bir tabak. Ve odasına çekilip kitaplarına gömüldü. “Edebiyat okusaydım keşke ya da Tarih en azından sevdiğim şeyin peşinden koşardım, şimdi ise sağa sola yuvarlanıyorum. Boş abim, tüm bu hareketler saçmalıktan ibaret.” Elinde “Faulkner’ın Kutsal Sığınak” kitabı vardı. Ağır gelen bu kitap hemen etkilemişti kendisini. Kafasındaki düşünceler miydi ağır gelen, yoksa kitap mı? diye soracak oldu bir an ve hemen vazgeçti bundan. Bilinmezlik her zaman daha ağırdır çünkü. Derken devam etti okumaya, okudu, okudu okuyacak bir şey kalmayana dek okumaya devam etti. Ve artık hava karardığında, göz kapakları da kararmıştı.

Sabah 10 da kalktı. Şiar edinmekte iyi olduğuna emindi artık. İş görüşmesi için hazırlandı. Yine her zamanki sıkıntıyı duydu içinde ve ardından gelen o sancı. “Bitsin artık bu,” dedi.

Okula geldiğinde saat on biri çoktan bulmuştu. Yeni bir müdür fiyaskosu daha, diye düşündü, “sıkıldım bu müdürlerden artık,” dedi. Geçti odaya kendisine verilen cv’yi her zamanki gibi doldurdu yine ve artık bakmadan yapıyordu bunu ezberlemişti. Müdüre uzattı. İnceledikten sonra: “Selim Bey, Gastronomi Mezunusunuz; ama bize bir depocu lazım eğer size uygunsa evraklarınızı hallettikten sonra başlayın.”

“Uygun değildir, diyemedim. Daha diyemediğim birçok şey vardı; bedenimi tırmalayan, elimi kaşındıran, zihnime acılar veren. Sustum. Asgari ücretle bir iş sahibiydim şimdi. Diplomam ve dört yılım sadece buna yetiyordu. Yeni işim: Depoyu düzenlemek, gelen ürünleri yerleştirip kantinin ürünlerini ise kantine koymak. Depoda iş olmadığı zamanlarda ise mutfağa inip ustalara yardım etmek. Kabul ettim tüm bu her şeyi artık gerçekten sıkılmış ve yorulmuştum. İşimi sevmiyordum ve yanlış bir bölüm okuyup kendimi harap etmenin pişmanlığını duyuyordum. Yıl sonuna kadar durmalıyım burada sonra da askerlik.” Çıktı iş yerinden Selim. İçinde yeni yeni oluşmakta olan garip bir his vardı. Artık bir nebzede olsa rahatlayabileceğini düşünmenin sevincini taşıyordu üzerinde. Çıkmadan önce ustayla yaptığı ufak konuşma geldi aklına. 45 yaşında kendisi ve 30 yıldır bu işi yapıyormuş. Zavallı ben diye geçirdi içinden Selim, bu işi yapacaksam bari okumasaydım, hoş giden dört sene bir de üstüne üstük o kadar masraf of of. Tüm sevinci bir anda yıkılmıştı gene ve yeni Gastronomi mezunu şimdinin depocusu olarak devam etti karşısındaki yokuşu tırmanmaya, tek başına, dalgın ve elleri ceplerinde.   

 

Alternatif Son

Karar vermek çabasında, gelecek beni etkileyecek anın, şimdi geldiğinin farkındayım. Bir seçim ne kadar ciddi ve ehemmiyet sahibi olabilecekse bu da öyle bir zamanın geldiğinin en güzel örneklerinden biri.

Ne yapmalıyım ne yapmalı? Her kafadan bir sestir bu gelen... istekleri beni çıldırtmak mı yoksa benim için en iyi olanı seçmek mi? “Neden karışıyorlar hayatıma, bilgin var mı?” diye sormak istiyorum. Kime, kime sormalıyım? Okusam ne olacak ve ne kazanacağım? Amaç; kendini geliştirmekse bunu okuyacağım binlerce kitapla yapabilir, yeni ufukların uçsuz zenginliklerine bir bilgi birikintisi olarak dalış yapıp payımı alabilirim. Okul bana ne verebilir? Neyin tecrübesini katabilir, kitaplardan daha fazlasını öğretebilir mi? Her gün katlanmam gereken gereksiz samimiyet bozuntulukları ve depresif, takıntılı hocaların lakayt davranışları bana bulantıdan başka ne verebilir? Hiçbir şey... Okumamalıyım. Okumak, zamanın içinde, insanın kendi kendini öldürdüğü ve çürümeye hapsettiği bir tuzaktır. Aptallıktır. İntihardır. Bunu yapmamalıyım kendime ve boşa yaşamamalı. Gezmeli, okumalı, görmeli, çalışmalı. Onlar okuyarak, gelecek hayallerinde gülümserken ben, o hayalleri yapıyor olmalıyım. Kararımı vermiştim okula gitmeyecektim ve şimdi de tek yapmam gereken bunu aileme açıklamak. Kalktım yatağımdan, cüretkâr ve kendinden emin bir tavırla; onların, seslerin geldiği salona doğru yürüdüm.

Zor olmadı. Babam ve annem de gayet olgun karşıladılar, demek ki onlarda dünden razıydılar buna. E neyin tantanasıydı bu? Sıkıcı de mi? Bunlar, tüm bu yaşananlar gereksiz bir olgunluğunu oluşturduğu diklik işte. Zamanı geldiğinde bu şekil de olacağımı düşünmek bana korkunç bir acı veriyor. Artık yapmam gereken bir şey yoktu. Her şey bittiğine göre kendimi yaşama verebilirim. Okul yo-ı-llarında harcanan insanlar içinse bolca elem var elimde.

Hemen koştum kitabıma. Şimdi ise kafamda merak ettiğim tek soru vardı: "Temple'ye ne olacak şimdi, ha?"

 

Çırak geldi bugün, iş başvurusuna. (Kendisine, çırak diyeceğimi duysa tuz basmış olurdum herhalde.)  Yazık, üzüldüm çocuğa! Gastronomi mi ne bitirmiş. Kısacası heder etmiş kendisini. Şimdi ise altımda çalışacak, getir götür yapacak ve bir gün bir şeyleri başarmanın mümkün olduğu en güzel hayalleri kuracak. Diyecek oldum bir ara "sen bitmişsin olum, okuyarak bitirmişsin kendini." Anlamazdı, söverdi sonra. Ses etmedim. Hissetti olacak diyeceklerimi... Buğulu, ağlamaklı ve yalnızlık taşıyan gözleriyle baktı bana. "biliyorum abi biliyorum," dedi ve kendisi için ayrılan o dik yokuşta tek başına, elleri ceplerinde dalgın, düşünceli ve mahzun çıkmaya başladı.

 

Yorumlar

  1. Kalemine sağlık reis çok güzel olmuş

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel ve akıcı olmuş günümüzün eğitim sorununu ve tahsilini tamamladıktan sonra çıkan sorunlara bire bir değinilmiş elinize emeğinize sağlık 🙏😇

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Daha güzel yazılarda buluşma ümidiyle 🙏

      Sil
  3. Kalemine sağlık 🌹🌹 Yine bireyin iç dünyasının dehlizlerinde kaybolduğum bir hikaye oldu🌹

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Güzel yorumun için teşekkür ederim Beratım ❤️❤️🙏😘

      Sil
  4. Eğitim şart yani önce eğitim.

    Bu yorumu 1000kitapta yapmak istedim ama yorum yetkim yokmuş 😁
    Feyzullah okur

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hemen okurkuğunuzu kaldıralım hocam. Teşekkür ederim. Eğitim Türkiye de şart değil maalesef. Bknz Cumhurbaşkanı

      Sil
  5. Çok güzel ama çokta üzücü keşke eğitim sistemi biz gençleri böyle rezalet hale getirmeseydi😔😔

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim efendim. Maalesef gelinen nokta bu. Umarım sizin için daha güzel olur.

      Sil

Yorum Gönder